O
zaman da bıçakla kessen kesilir bir yalnızlığım yok muydu? Demek ki ben on küsur
yıldır ağrılı yalnızlığın içinden soluksuz yürürüm. Bir zamanlar öylesine
üzerine titrediğim o yalnızlık ki, sonra bana cellat olmuştur, köşe bucak
kaçtığım korkulu rüyam olmuştur, yine ona sığınmışımdır, ama bir farkla;
artık aradığımı bir daha asla onda bulamamak üzere. Ben eskiden onda
kendiliğinden açılan çiçekleriyle ucu görünmeyen bahçeler bulurdum, karanlık
çöküp bulutlar toplaştığında bile şimşek şimşek bir aydınlık bulurdum. Artık
yalnızca korku oluyor kollarını açan, sonbahar geceleri Haliç kıyılarını sarıp
sarmalayan o nemli soğuk gibi sokulgan bir korku, baltayı göstere göstere
indiren bir korku. Ondan kaçayım derken rüyalarımdan kaçıyorum, korku bir Acem
kuşu gibi kanatlarını açıyor. Sabahları soluk soluk bir uyku hayali, yoluk
yoluk planlar, rüyanınsa gölgesi bile düşmemiş kirpiklerimin üzerine. Ben
rüyalara bir buçuk yıl önce uykusuz bir dolunay gecesi elveda dedim, bir
zamanlar birkaç parça kâğıda gelişigüzel karaladıklarım dışında da hepsini
unuttum. Seni de unuttum, senin bana kaçamak söylediklerini de. Ama ben en
başta, iki tarafı ağaçlıklı bir sonbahar caddesinde bir geçit resmindeymiş gibi
yürüyüp giden Tanrı’yı unuttum, o da beni. Bu beni daha kötü bir insan yapmadı
hiç, ne de daha iyi. En sonunda kendimi omuzumdaki bir yük gibi karşı yakaya
yıktım, kışlık kömür gibi, salkım saçak bir yağmurun altına yığdım.
İlk
geldiğimde ağaçlar peşimi uzun süre bırakmamıştı. Onlar için bir kitap bile
almış, her sabah yeniden bana söylemeye çalıştıklarının ne olduğunu anlamaya
çalışmıştım. Sonra karşılıklı sustuk. Çaresiz uzayan bu susuşta kimsenin inkâr
edemeyeceği bir sonbahar İstanbul göklerine iyiden iyiye yerleşiyordu. Bir
yağmur beklentisi içindeki öğleden sonraları yazlık üniformaları içinde lise
öğrencileri okul önlerinden dört bir yana dağılır, deniz yüzü gibi kararan
çamların altından bulutların adımlarıyla geçerek başka yerlere götüren
sokaklarda gözden kaybolurlarken ben sırrına varılmayan birtakım hoş
tesadüflerin beni omuzlarımdan tutup kaldırdığı yükseklikte penceremden onları
seyrederdim. Sonra, geriye hiçbir öğrencinin, hiçbir lise çıkışının, hiçbir
kavganın ve hiçbir sevda hercümercinin kalmadığı yarı gecelerde gün boyu
ufukları taramış gözlerimi tersin persin yine önüme, ayaklarımın ucuna, masamın
üzerine çevirirdim. İhtiyacım olan, hep aynı coğrafyanın ufka uzanan tekdüzeliği
değildi, önüme açılan o başka kapının götürdüğü yerdeydi benim aradığım. O
dünyada elde edeceklerimin, burada hiçbir hükmü olmayacağını bile bile, İshak
gibi uysalca uzattığım boynumun peşi sıra o başka dünyaya sürgün
gidiyor, geceler boyu gözümü kırpmadan, kan gibi ağır aka aka geleceğimi heba
ediyordum. Başka türlü olmayacağını, kaprisleriyle beni olur olmaz ağrılar
içinde kıvrandıran o yüce güç tartışmaya yer bırakmayan bir damga gibi vurmuştu
bileklerime. Kılım kıpırdamadan uçuruma yürüyecektim, yolu yoktu. İliklerime
kadar yoksunlukla dolu, dizlerimin üzerine çöküp ellerimi bir bilinmezin göğüne
kaldıracaktım.