17 Ocak 2013 Perşembe

Develer Tellal Kuğular Fil iken


Filleri Yansıtan Kuğular: Dali'nin Paranoyak Eleştirel Dönemi'nin en ünlü eseri




Paranoyayla, beynin rasyonel olarak bağlantılı olmayan şeyler arasında ilişki kurması açısından ilgilenen Dali, Paranoyak Eleştirel Teknik'i sanrısal fenomenlerin çağrışım ve yorumlarının eleştirel ve sistematik nesnelliğine dayanan irrasyonel bilginin spontane metodu olarak tanımlar. Teknik, kaynağını vazo ve birbirine bakan adamlardan bildiğimiz çoklu imgelerde bulan görsel yanılsamaya dayanır. Bu metot öznenin algı sürecinin sürrealist bir eleştirisini amaçlamaktaydı.

Breton, “Nesnelerin Asli Krizi” adlı yazısında nesnelerin artık değişmez dışsal şeyler olarak düşünülmeyeceğini, aynı zamanda öznenin bir uzantısı olduğunu söyleyerek hayali nesne kavramını ortaya atmıştı. Dali’ye göre bu nesnelerin minimum mekanik anlamı vardı, ama bakıldığında zihnin bilinçsiz eyleminin sonucu olan hayali imgeler yaratıyorlardı.

Aslında Sürrealistler, daha önce Alman idealistleri tarafından farklı şekillerde dile getirilen, öznenin algılama sürecinin aktif bir aktörü olduğu fikrini yinelemekten başka bir şey yapmıyorlardı, ancak onlardan farklı olarak, algılama sürecini, filozofların geçmelerine izin olmayan bir alana, bilinçdışına taşıyorlardı

15 Ocak 2013 Salı

Bir Başlangıç Olarak Sonbahar



O zaman da bıçakla kessen kesilir bir yalnızlığım yok muydu? Demek ki ben on küsur yıldır ağrılı yalnızlığın içinden soluksuz yürürüm. Bir zamanlar öylesine üzerine titrediğim o yalnızlık ki, sonra bana cellat olmuştur, köşe bucak kaçtığım korkulu rüyam olmuştur,  yine ona sığınmışımdır, ama bir farkla; artık aradığımı bir daha asla onda bulamamak üzere. Ben eskiden onda kendiliğinden açılan çiçekleriyle ucu görünmeyen bahçeler bulurdum, karanlık çöküp bulutlar toplaştığında bile şimşek şimşek bir aydınlık bulurdum. Artık yalnızca korku oluyor kollarını açan, sonbahar geceleri Haliç kıyılarını sarıp sarmalayan o nemli soğuk gibi sokulgan bir korku, baltayı göstere göstere indiren bir korku. Ondan kaçayım derken rüyalarımdan kaçıyorum, korku bir Acem kuşu gibi kanatlarını açıyor. Sabahları soluk soluk bir uyku hayali, yoluk yoluk planlar, rüyanınsa gölgesi bile düşmemiş kirpiklerimin üzerine. Ben rüyalara bir buçuk yıl önce uykusuz bir dolunay gecesi elveda dedim, bir zamanlar birkaç parça kâğıda gelişigüzel karaladıklarım dışında da hepsini unuttum. Seni de unuttum, senin bana kaçamak söylediklerini de. Ama ben en başta, iki tarafı ağaçlıklı bir sonbahar caddesinde bir geçit resmindeymiş gibi yürüyüp giden Tanrı’yı unuttum, o da beni. Bu beni daha kötü bir insan yapmadı hiç, ne de daha iyi. En sonunda kendimi omuzumdaki bir yük gibi karşı yakaya yıktım, kışlık kömür gibi, salkım saçak bir yağmurun altına yığdım.
İlk geldiğimde ağaçlar peşimi uzun süre bırakmamıştı. Onlar için bir kitap bile almış, her sabah yeniden bana söylemeye çalıştıklarının ne olduğunu anlamaya çalışmıştım. Sonra karşılıklı sustuk. Çaresiz uzayan bu susuşta kimsenin inkâr edemeyeceği bir sonbahar İstanbul göklerine iyiden iyiye yerleşiyordu. Bir yağmur beklentisi içindeki öğleden sonraları yazlık üniformaları içinde lise öğrencileri okul önlerinden dört bir yana dağılır, deniz yüzü gibi kararan çamların altından bulutların adımlarıyla geçerek başka yerlere götüren sokaklarda gözden kaybolurlarken ben sırrına varılmayan birtakım hoş tesadüflerin beni omuzlarımdan tutup kaldırdığı yükseklikte penceremden onları seyrederdim. Sonra, geriye hiçbir öğrencinin, hiçbir lise çıkışının, hiçbir kavganın ve hiçbir sevda hercümercinin kalmadığı yarı gecelerde gün boyu ufukları taramış gözlerimi tersin persin yine önüme, ayaklarımın ucuna, masamın üzerine çevirirdim. İhtiyacım olan, hep aynı coğrafyanın ufka uzanan tekdüzeliği değildi, önüme açılan o başka kapının götürdüğü yerdeydi benim aradığım. O dünyada elde edeceklerimin, burada hiçbir hükmü olmayacağını bile bile, İshak gibi uysalca uzattığım boynumun peşi sıra o başka dünyaya sürgün gidiyor, geceler boyu gözümü kırpmadan, kan gibi ağır aka aka geleceğimi heba ediyordum. Başka türlü olmayacağını, kaprisleriyle beni olur olmaz ağrılar içinde kıvrandıran o yüce güç tartışmaya yer bırakmayan bir damga gibi vurmuştu bileklerime. Kılım kıpırdamadan uçuruma yürüyecektim, yolu yoktu. İliklerime kadar yoksunlukla dolu, dizlerimin üzerine çöküp ellerimi bir bilinmezin göğüne kaldıracaktım.